Üst Düzey Yönetici Belgesi
Siyaset Bilimi Siyaset Bilimi Hakkında Herşey!İncele

Kategori: Genel

Genel

Osmanlı Dönemi Kamu Personel Yönetim Şekli

Osmanlı Kamu Personel Yönetimi

Osmanlı Kamu Personel Yönetimi

Osmanlı Dönemi Kamu Personel Yönetim Şekli Nasıldı?

Osmanlı imparatorluğunda konulan ilk yasa Kanunname-i Osmani veya diğer adıyla Kanun-ı Kadim’dir. Devletin cezalandırma, yönetim ve maliye alanlarında şer’i hukuka uygun olmak şartıyla padişah tarafından koyduğu yasa olarak bilinir. Osmanlı Devletinde personel dört şekilde sınıflandırılmıştır:

  1. İlmiye (hukukçu, din adamları, bilim adamları)
  2. Kalemiye (idarede görevli memurlar)
  3. Mülkiye (bürokrat)
  4. Seyfiye (askeri sınıf)

Devlet işlerinin ancak belirli bir eğitim ve terbiyeden geçirilmiş bulunan, bilgili ve tecrübeli memurlarla yerine getirilebileceği öngörülmüş, bu nedenle de memurların seçilmelerine ve yetiştirilmelerine büyük önem verilmiştir (Özdemir, 2001: 98-113). Merkeziyetçi anlayışa göre bu yapılanma sisteminde gerileme dönemine kadar fazla sıkıntı yaşanmamıştır.

Osmanlı Devletinde toprağa dayalı tımar sisteminin getirdiği yapılanma görülmektedir. Osmanlı’daki toprak sistemi hem elit bir sınıfı ortaya çıkarmış hem de, gerek halk üzerinde gerekse devlet otoritesi üzerinde büyük güçler ve yaptırımlar sağlamıştır (Karpat, 2000, s.120). Devletin siyasi ve idari yapılanması merkezi idareye bağlı bu sistem üzerine kurulmuştur. İlk başlarda gayet güzel işleyen bu sistem merkezi idarenin zayıflamasıysa hızla bozulmaya başlamıştır. Gerileme döneminde Osmanlının bürokratik yapısı da değişim yaşamıştır. Merkezi yönetim, toprakları dolayısıyla da gelirleri azaldığı için doğrudan vergileme sistemi terk edilmiş, iltizam sistemine geçilmiştir. Bununla birlikte bürokrat eğitimi de zayıflamış ve gücü azalmıştır.

Eşraf ve ayan olarak bilinen yerel seçkinler grubu siyasal güç üzerinde etkinliğini arttırmıştır. İltizam devlete ait bir gelirin ihale yoluyla şahıslara verilmesidir. 16. yüzyıldan sonra yaygınlaşmaya başlayan bu sistemde devlete ait bir gelir genellikle 3 yıllık bir süre için açık artırmaya çıkarılır, en yüksek bedeli verene devredilirdi. Bu ihaleyi kazanan kişiye MÜLTEZİM denirdi. Mültezimlere de dirlik sahiplerine verilen hakların aynısı tanınmıştı. Bu sistemin en büyük avantajı merkezi idarenin nakit para ihtiyacını karşılamasıdır. Ancak dezavantaj olarak halkın üzerine aşırı vergi yükü binmiş ve toprak el değiştirmeye başlamış, bölgedeki ayanlar gittikçe güç kazanarak merkezi idarenin zayıflamasından faydalanarak daha fazla haklar elde etmişlerdir. Elde edilen gücün yetmemesi merkezi yönetime karşı isyanların çıkmasına neden olmuştur. Ayanların besledikleri askerler ise yeterli parayı alamadıklarında halkı soyarak dağ eşkıyalığı yapmaya başlamışlardır.

XVIII. yüzyılda sancak yönetimleri yer almaktaydı. Tımar sisteminden iltizam sistemine geçilmesiyle vezir rütbesine sahip kişiler çoğaldı, ancak bunlara uygun görevler bulunamıyordu. Vali olması gereken fakat boş eyalet bulunamadığı için ataması yapılamayanlara birkaç eyaletin geliri arpalık olarak dağıtılmaya başlandı. Bu yolla sancaklar, vekillerin ve güçlü beylerin yönetimi altında idare edilmeye başlandı (Ökmen, 2007, s.1). Yaşanan ekonomik ve idari sorunlara çözüm Avrupa’da ve batılılaşmada aranmaya başlandı. Bu yolla merkezi idarenin tekrar güçlendirilmesi düşünülmüştür. Ancak uygulamaya çalışılan hareketler bir fayda sağlamamıştır.

1.1 Yönetimde Modernleşme Çalışmaları: İdari ve ekonomik alanda yaşanan olumsuzlukların artması ile III. Selim bazı yenilik hareketlerine başlar ve II. Mahmut döneminde bu hareketler gittikçe artar. Osmanlı’da yeni bir yönetim anlayışına gidilerek artık merkeziyetçi yönetim anlayışından âdemi merkeziyetçi bürokratik yapılanmaya geçilmesi konusunda bakış açısı yakalanmaya çalışılıyordu. Tanzimat’ın ilanından önce şimdiki anlamıyla anayasal düzenlemeler olmadığı için, bu yönetim birimlerinin ilk anayasal kaynağını Tanzimat dönemi reformları teşkil eder (Parlak, 2007, s.1). Reformların yapılabilmesi için öncelikle mali kaynağa ihtiyaç vardı. Ancak gelirlerin tespiti ve toplanabilmesi için de mali sistemin yeniden düzenlenmesi gerekiyordu. Bu maksatla, Tanzimat fermanı iltizam sistemi yerine muntazam bir vergilendirme sistemi öneriyordu (Ökmen, 2007, s.1).

osmanlı1.2 1839 Gülhane Hattı Hümayunu (Tanzimat Fermanı) : Osmanlı devleti batılı ülkelerdeki milliyetçilik, sanayileşme ve ulus devlet söylemlerinin etkisiyle, varlığının devamlılığı için kapsamlı ve köklü değişiklikler yapmak zorunda kalmıştı. Bu amaçla, II. Mahmut’un hazırlığına başladığı Tanzimat Fermanı, 1839 yılında Mustafa Reşit Paşa’nın Gülhane Hattı Hümayununu okumasıyla vuku bulmuştur (Sencer, 1984, s.46). Osmanlı İmparatorluğunda merkez, Gülhane Hattı Hümayununa kadar yetkilerini asla paylaşmaya yanaşmamıştır. Gülhane hattı Hümayunu ile merkez, yetkilerini taşra ile paylaşmaya razı olmak zorunda kalmıştır. Eyalet sistemini temel alan taşra örgütlenmesi, yerini Fransa’dan örnek alınan vilayet sistemine bırakacaktır. Bu anayasal hareket Osmanlı’nın ilk kez yönetsel alandaki yeniden düzenleme gereksinimi sonucu başlamış ve Devletin siyasal-bürokratik kurumlarının değişimi için önemli bir adımdır (Parlak, 2007, s.1). Çareyi Avrupa’da arayan bu gelişimler ilerde ilk Anayasanın yürürlüğe girmesine neden olacaktır. Tanzimat ile gelenekçi ve şeriatçı devlet anlayışından çok fazla ödün vermeden, devlet telakkisinde ve idari görüntüde modern kavramlar getirilmiş, idare yeniden düzenlenmeye çalışılmıştır (İnalcık, 1996, s.359). Tanzimat’ın getirdiği bir başka yenilik ise bazı belge türlerinin tarihlendirilmesidir. Yazılı belgelerde hem şekil yönünden değişikliğe gidilmiş hem de kullanılan dil sadeleştirilmiştir. Osmanlı Devletinin gelişen dünya düzenine ayak uydurmak, topraklarını korumak, ekonomik sorunlarını çözebilmek ve güçlü bir ordu kurabilmek amacıyla başlattığı bu hareketler ilerde Cumhuriyet Türkiye’sinin kamu personel yönetiminin temelini oluşturmuştur.

İltizamın yerini Bab-ı Alinin taşraya tayin ettiği muhassıllar aldı. Taşrada muhassıllara mali düzeni sağlamada yardımcı olacak muhassıllık meclisleri kuruldu. Eyaletlerde bu görevi valiler yerine getirmekteydi. Beklenen verim alınamadığından zamanla bu sistem kaldırıldı, meclisler kapatıldı ve yerini memleket meclisleri aldı. Sancaklarda meclis başkanı kaymakam, vilayetlerde ise valilerdi. Bu yapılanmanın 1842-1849 yılları arasında Tanzimat’ın taşra örgütlenmesinde önemli etkileri olmuştur (Çadırcı, 1993, s.4).

Merkeziyetçilik ve bürokratikleşme, Tanzimat dönemi yönetiminin temel özelliğini oluşturması ile birlikte uygulamada çeşitli sıkıntılara yol açmıştır (Eryılmaz, 1992, s.12). Osmanlı Devleti gibi köklü bir devletin geleneklerinden ve dinden kaynaklanan bakış açısı uygulamaya konulan hareketlerin uygulamada olan sistemle çatışma yaşanmasını geciktirmemiştir. Merkezi hükümet sanayi, askeri, eğitim, sosyal ve siyasal her alanda kontrolü elinde tutmaya devam etmek çabasındadır. Osmanlı idari yapısında ihtiyaçtan kaynaklanan düzenlemeler sisteme katkı sağlarken, dışarıdan herhangi bir derin inceleme ve adaptasyon çalışması yapılmadan uygulamaya konulan değişiklikler otokratik yapıyla çatışmak durumunda kalmıştır. Batı’da toplumdan kaynaklanan ihtiyaçların devlet yönetimine empoze edilmesiyle tabandan başlayan değişim hareketleri, Osmanlı’da Tanzimat’la beraber biz senin için böyle daha uygun gördük anlayışıyla tavandan tabana empoze edilmeye çalışılmıştır. Ancak bu yaklaşımın temelinde de batıdaki okumuş aydın kitlenin yerine Osmanlı Devletinde hem yeterli aydının olmayışı hem de çağın gerisinde kalmanın getirdiği sorunları görenlerin yine devletin üst kademesinde görev alanların olması yatmaktadır. Bu nedenle yapılan reformist hareketlerin arkasında halk desteği ya hiç yoktur ya da sınırlı olmuştur.

Batılı ülkeler tarzında merkezi ve taşra örgütlenmesi anlayışına geçişin ilk tecrübesi ve örneğini teşkil eden Tanzimat ile devlet sadece vergi toplama, adalet dağıtma ve asker besleme, merkezli olmaktan çıkmış, eğitim, sağlık, ekonomi ve bayındırlık işlerini de ifa etmeye başlamıştır (Acun, 1999, s.158). Bu değişimlerin en önemli aracı da bürokrasi olmuştur. Bürokrasi toplumu yönlendirme aracı olarak yeni kurallar uygulamaya konulmasını gerektirmiştir (Ökmen, 2007, s.8). Çünkü merkezi yönetimi güçlendirme girişimleri ile merkeziyetçilik artmış ancak, merkezi erk padişahta değil de, reformlara öncülük eden bürokratlarda yoğunlaşmıştır (Mardin, 1996, s.126). Bürokratların bu şekilde güçlenmesi aynı zamanda zenginleşmeleri, toplumdan kopuk kalmalarına neden olmuştur. Aynı sıkıntıyı Türkiye Cumhuriyeti ’de yaşayacaktır.

osmanlııBürokratik anlamda bir başka kırılma noktası 1864 Vilayet Nizamnamesidir. Avrupalı devletlerin Osmanlı sınırları içinde yer alan Hıristiyan toplulukların yaşam koşullarının bozukluğu iddialarının önüne geçmek üzere yürürlüğe konulmuştur (Parlak, 2007, s.2). Görüldüğü gibi bu düzenleme de dış baskılar nedeniyle hazırlanmıştır. Bu Nizamname ile illerin, güvenlik, idare maliye ve politik işlerinin kanunlara göre yürütülmesinden padişahın atadığı valiler sorumlu tayin edilmiştir. Vali devletin emirlerini uygulayan ve vilayetin iç işlerini yürüten bir memur statüsündedir. Ayrıca il yönetiminde, defterdar, mektupçu, umumu hariciye memuru, umumu nafia (bayındırlık) memuru, umumu ziraiye ve ticariye memuru da bulunacaktı. Valinin idaresinde il meclisleri kurulacak, bu mecliste, Şer-i hükümler müfettişi, defterdar ile, ikisi Müslim ikisi gayrimüslim halktan temsilciler yer alacaktı (Eryılmaz, 1997, s.47). Buradan da anlaşılacağı gibi Cumhuriyetin ilk yıllarında hatta günümüze kadar uzanan idari yapıda yapılan değişiklikler Osmanlı Devleti zamanında şekil bulmaya başlamıştır. Vilayet Nizamnamesi ile eski eyaletlerin yerine; sancak, kaza ve nahiyelerden oluşan vilayetler kurulmuştur. Vilayetlerde valiler, sancaklarda mutasarrıflar, kazalarda da kaymakamların başkanlık ettiği meclisler oluşturularak yerel yönetim birimlerine geçilmeye başlanmıştı. Ayrıca her ilde bir yerel yönetim birimi özelliği taşıyan il özel idareleri kurulması planlanmıştır (Gül ve Özgür, 2004, s.181). Neredeyse günümüz idari yapısına benzeyen bu yapılanma gene merkezi yönetime dayanmaktaydı.

Osmanlı’da adem-i merkezileşme yolunda ilk belediye 1855‟te İstanbul’da kurulmuş ve yönetimine padişahın atadığı şehremini (Belediye Başkanı) ile 12 kişiden oluşan şehir meclisi oluşturulmuştur. Daha sonra uygulama, tüm İstanbul’u kapsayacak şekilde Dersaadet Belediye yasası ile genişletilerek, semt ve şehir ölçekli yapılanmaya gidilmiştir. 1912 tarihli Dersaadet Belediyesi Hakkında Geçici Yasa ile İstanbul Belediyesi yönetimi merkezileştirilmiş, belediye dairelerinin yerini, belediye şubeleri, belediye meclislerinin yerini de encümenler almıştır (Gül, 2005, s.182).

(3) 1871 İdare-i Umumiye-i Vilayet Nizamnamesi ve Vilayet Belediye Kanunları: 1871 yılında yeniden bir düzenlemeye gidilerek Nahiyelerin kurulmasına karar verilir. Artık yeni düzenlemeye göre vilayet, sancak, kaza, nahiye ve köy şeklinde yapılanmaya gidilmiştir. Bu düzenlemede de gene merkeziyetçiliği yoğun olarak görmekteyiz çünkü bu yönetim şeklinde bütün yöneticiler merkezden atanmaktadır.

1876’da yürürlüğe giren Vilayet Belediye Yasası ile her kent ve kasabada belediye kurulması, belediye meclislerinin seçimle iş başına gelmesi ve belediye başkanlarının meclis üyeleri arasından, hükümet tarafından atanması öngörülmüştür (Ortaylı, 1985, s. 60-62). İlginç olan nahiyelerin Cumhuriyet döneminde de uzun yıllar varlığını sürdürmesi ve 1871-1876 dönemi yapılan kanunların Cumhuriyet döneminde de küçük değişiklikler haricinde mevcudiyetlerini korumasıdır. Merkezci yönetim anlayışının uygulanmasına yönelik “yetki genişliği” 1852’de çıkan bir fermanla, tüm askeri ve sivil memurları valiye bağlanmış, bunların, eylem, atama ve görevden alınmaları da valinin vesayetine verilmiş ve böylelikle merkezi yönetim anlayışını yerleştiren 1864 ve 1871 Nizamnameleri de bu durumu pekiştirmiştir. Sonuçta bu günkü il yönetimi mevzuatının temeli oluşturulmuştur (Şaylan, 1976, s.27).

(4) 1876 Birinci Meşrutiyet Anayasası: 1876 Anayasası (Kanun-i Esasi) ile il yönetimlerine yönelik düzenlemelere gidilmiştir. Osmanlı devletinin ilk Anayasası özelliği olan bu metinde yönetimde yetki genişliğine gidilmekteydi. Anayasada yetki genişliği (tevsi-i mezuniyet) ve görevlerin ayrımı (tefrik-i vezaif) kuralı (md.108) yerini bulmuştur. Devletin son döneminde merkeziyetçilik anlayışının illerde yetki genişliği ilkesine, il özel idareleri ve belediyelerde de görev ayrımı ilkesine uygun olarak yerine getirildiği görülmektedir (Kili ve Gözübüyük, 2000, s.131). Valilerin yetkileri Anayasaya dayanarak genişliyor ve görevleri belirlenerek merkeziyetçi yapıdan uzaklaşma durumu ortaya çıkıyordu. Kanun-i Esasi sadece ilk anayasa olması açısından değil aynı zamanda Türk bürokrasi tarihi açısından da önemli bir yere sahiptir. 1876 Anayasası her ne kadar Adem-i merkeziyetçi bir yapı arz etse de II. Abdülhamid’in otoriter kişiliğinde uygulama şansı bulamamış, akabinde de tarihe 93 harbi olarak geçen Rus harbi bahanesiyle yürürlükten kaldırılmıştır. II. Meşrutiyete kadar yasal anlamda yetki genişliği kavramı altında adem-i merkeziyetçi taşra yönetimi gündeme getirilmiş ancak uygulamada merkeziyetçi bir il (merkez-taşra) örgütlenmesi görülmüştür (Parlak, 2007, s.4). Bunun nedenini şuna bağlamak gerekir: zaten dağılma süreci yaşayan İmparatorlukta merkeziyetçilikten ayrılmanın dağılma sürecini arttıracağı düşüncesinin genel kabul görmesinin yatmasıdır. Bu nedenle anayasanın verdiği yerindelik kavramı pratikte uygulanamamıştır. Hatta seçilmiş yöneticiler bile merkeze bağlılığa devam etmişlerdir. Tanzimat’tan Meşrutiyet’e kadar olan dönem; halkın girişim kabiliyetini ve inisiyatifini yok ederek, onun yerine bürokrasiyi getirmiş ve her şeyi bürokrasiye, devlete ve başkente havale etmesi süreci ve anlayışı dönemidir. Yazıcıoğlu, 1995, s.39). Burada zaten halktan gelen bir değişim isteği söz konusu değildir. Meydana çıkan yapı kendi içinde halktan kopuk bir yönetici sınıfı oluşmasına neden olur. Önemli bir nokta da batıdaki devlet halk içindir anlayışının Cumhuriyet döneminde bile halk devlet içindir kavramının yerini alamadığını görmekteyiz. Bunun temelinde de bürokratların halktan soyutlanarak merkezle olan bağlantıları sayesinde, yani merkezden güç alarak daha da bürokratikleştiklerini gördüğümüzü söyleyebiliriz. II. Abdülhamit’in Sadrazamlarından Sait Paşa Osmanlı İmparatorluğu’nun içinde bulunduğu şartların ve ihtiva ettiği çeşitli kavimlerin göz önünde tutularak çevrecilik (ademi merkeziyet) usulünün kabul edilmesine taraftar olduğunu, fakat Abdülhamit II.’nin buna yanaşmadığını ifade etmektedir. Sait Paşa’nın Hatıratı, c. I., s. 208

II. Abdülhamit o derece merkezciydi ki valileri bile Dahiliye Nazırına sormadan atar, doğrudan kendisi ile yazışmaları için özel şifreler verirdi. Sait Paşa’nın Hatıratı, c. II., s. 15 Valilere merkeze sormadan hiçbir harcama yetkisi verilmemişti. Bu izinlerin alınması çoğu Zaman uzun sürdüğü için bazı yerlerde mal müdürlüklerine müracaat eden subaylar bu paraları zorla almaktaydı. Hilmi Bayur, Kamil Paşa, s. 189-190 II.

Abdülhamit devrinde merkeziyetçiliğin nedenlerinden biri olarak Abdülhamit’in Halifeliği İmparatorlukta din birliğinin muhafazası için olduğu kadar dünya Müslüman birliğini kurmak için de temel olarak kabul etmektedir. E. Ziya Karal, Osmanlı Tarihi VIII., s 546 . Her ne kadar memurluğun bir meslek haline gelmesi yolundaki çalışmalara II. Mahmut zamanında başlansa bile II. Abdülhamit’in ilk yıllarına kadar memurluk tam anlamıyla bir meslek olamamıştır. Bu nedenlerle memurluk Kanun-i Esasi’de ana prensiplere bağlanmıştı. E. Z. Karal, Osmanlı Tarihi, İstibdat Devri Müesseseleri, s. 333

II. MEŞRUTİYET

meşrutiyet

İttihat ve Terrakki Cemiyeti düşüncelerini yaymakta özellikle bir zamandan beri büyük bir siyasi bunalım merkezi haline gelmiş olan Balkanlar’da etkili olmuştur. Rifat Uçarol, Siyasi Tarih., sekizinci baskı., s. 463. İttihat ve Terrakki üyesi subayların Makedonya’da isyan etmeleri ve isyanların bastırılamaması üzerine II. Abdülhamit tarafından 23 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet ilan edilmek zorunda kalınır. Böylece ilk kez çok partili siyasi hayata geçilir ve padişahın yetkileri kısıtlanır. Zaten kısa bir süre sonra İttihat ve Terakkiciler Bab-ı Ali baskınıyla iktidara el koyarak ülkeyi tek elden yönetmeye başlarlar. Artık Osmanlı Devletinin yönetimi bürokrasinin eline geçmiştir. Ancak bürokratların arkasında yeterli halk desteği yoktur. Bir müddet Adem-i merkeziyetçiliği istiyorlarmış gibi davranmışlarsa da Merkeziyetçi düşünce anlayışları ile devletin her alanda etkin olmasını sağlamaya önce gizli gizli sonra alenen çalışıyorlardı. İttihatçılar, Cumhuriyetin kuruluşunda da etkin bir rol üstlenmişlerdir. Atatürk’ün yakın çevresi çoğunlukla ittihatçı dönemin askeri bürokratlarından oluşmaktadır. Bu nedenle Cumhuriyetin siyasi, idari, kurumsal, sosyal ve ekonomik yapılanmasında önemli etkileri olmuştur (Toprak, 1995, s.7). Aydın kesimin azlığı nedeniyle kadro sıkıntısının yaşanması İttihatçıları bu sefer M. Kemal Atatürk’ün yadsınamayacağı bir şekilde yanına almasına neden olur. İzmir suikastına kadar olan süreçte İttihatçılar varlıklarını sürdürmeyi başarırlar.

1913 İdare-i Umumiye-i Vilayet Kanun-u Muvakkatı: II. Meşrutiyet’in çıkarttığı kanunlardan biri de 1913 tarihli yukarıdaki kanundur. İlk anayasada yer alan il özel idareleri 1913 tarihli bu yasa ile oldukça geliştirilmiş ve Osmanlı anlayışına göre de önemli yetkilere sahip olmuşlardır. 1913 geçici yasası ile il özel idareleri, o ilin seçmenlerince seçilerek seçimle iş başına gelen çağdaş bir yerelleşme yapısına kavuşmuştur. Böylelikle bugün bile merkezi hükümetlerin gerçekleştirdiği çoğu hizmet il genel meclisi aracılığıyla il özel idarelerine verilmiştir. Geçici yasa ile il yönetimi, ilin genel ve özel yönetimi olarak ikiye ayrılmaktadır. İlin genel yönetimi valiye bağlı olarak çalışan, vali yardımcıları, şube müdürleri, maarif müdürü, ziraat müdürü vb. ile seçimle işbaşına gelen vilayet idare meclisi üyelerinden oluşmaktaydı. İlin özel yönetimi ise, bir yerel yönetim örneği sergileyerek ilin yerel düzeydeki hizmetlerinin yetki ve sorumluluğunu almıştır. Günümüzdeki il özel idare yapısı bile esaslarını 1913 tarihli geçici yasadan almaktadır (Parlak, 2007, s.5). Osmanlı Devletinin yıkılışına kadar geçen süre içinde kamu personel yönetiminin kanunlarla oluşturulduğunu ve memuriyetin bir meslek olarak bürokraside yerini aldığını görmekteyiz. II. Mahmut’la başlayan bu yönetim şeklinin ufak değişikliklerle Cumhuriyete kadar uzandığını belirledik. II. Meşrutiyet’in Padişah Vahdeddin tarafından 11 Nisan 1920’de kaldırılmasından Cumhuriyetin kuruluşuna kadar geçen süre içinde memurların statülerinde ve taşra yönetiminde bir değişiklik olmadan bürokratik mekanizma devam etmiştir.

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK YAZILARIMIZ;

Twitter Hesabımız:  https://twitter.com/lisansegitim1

Genel

Sosyalist Düşüncenin Doğuşu

Sosyalist Düşüncenin Doğuşu

Hakkında

Sosyalist düşüncenin ortaya çıkış amacının kapitalist ekonomiyi ortadan kaldırmak amacıyla ortaya çıkmıştır. Bu amaç ütopik bir karakter taşımaktaydı. Sanayileşme ile birlikte makineleşme, seri üretim ve maliyetlerin düşmesi küçük esnafı bitirerek sömürü sorunu ortaya çıktı. Daha sonra sosyalist düşünce revize edilerek işçiler sisteme eklenmiştir. Bu sayede işçilerin haklarının elde edilmesi sağlanmaya çalışılmıştır. Sosyalist düşünce 20 yy’ da iki farklı koldan ilerleri. Bunlardan ilki devrimci modeldir. İkincisi ise anayasal yolla gerçekleşen sosyalizm hareketleridir.

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK YAZILARIMIZ;

Genel

Devlet ve Hükümet Arasındaki Farklar

Devlet ve Hükümet Arasındaki Farklar Nelerdir?

Devlet ile hükümet arasında en önemli fark devletin devamlı olmasıdır. Hükümetler geçici olup, belli bir süre görev yaparlar. Bu süre dolduğunda hükümetin görevi sona erer. Ancak devlette bu söz konusu değildir. Hükümet devlet otoritesini işleterek politikalar belirler ve belirlenen politikaları devlet yürütür. Devlet hükümetin bir aygıtıdır ve hükümet devleti işleten bir mekanizmadır. Devletin kurumlarının halkın oylarıyla iktidara gelen hükümetler tarafından halk adına kullanması söz konusudur.

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK YAZILARIMIZ;

Genel

Sosyal Demokrat Devlet

Sosyal Demokrat Devlet Nedir?

Sosyal Demokrat Devlet: Devlet sosyal adalet için en önemli organdır. Piyasanın tam olarak adaletli olduğuna inanç yoktur. Devletin vatandaşların toplumsal ve ekonomik varlığını iyileştirmek için önemli roller edindiği yönetim anlayışıdır. Fırsat eşitliği, gelir dağılımı eşitliği ve asgari yaşam şartlarını sağlayamayanlar için sorumluluk anlayışı sosyal devletin önceliğidir. Demokrasi, zenginlik ve kapitalizmin uyumunu sağlamaya çalışır. Sosyal devlete örnek ülkeler: İsveç, Norveç, Danimarka, Finlandiya verilebilir. Sosyal devlet kaynaklarını temel kamu hizmetlerini sağlamaya odaklar. Sosyal devlet genellikle karma ekonomi uygular. Özel mülkiyette sınır yoktur ancak büyük servete büyük oranda vergi standardı vardır.

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK YAZILARIMIZ;

Genel

MONARŞİ

Monarşi Nedir?

Monarşi hakkında bilgiler:

Devleti oluşturan bazı unsurlar vardır. Örneğin günümüzde yaygın olarak devletler parlamenter, başkanlık ve yarı başkanlık sistemlerini benimsemişlerdir. Devlet yönetimi demokratik toplumlarda genellikle bir kişide toplanmaz. Yargı ayrı bir kuvvet olarak bağımsızdır. Yasama ve yürütme organları ayrı olarak bağımsız bir kuvvettir. Ancak monarşik devletlerde bu durum farklıdır.

Monarşi devlet yönetim biçiminde tüm yetkiler bir kişide toplanır. Bu kişiye monark denir. Monark tek başına kanun yapabilir, tek başına karar verebilir, tek başına yargılama yapabilir ve kendinde toplanan yönetimi çocuğuna bırakabilir. Örneğin İngiltere’ de halen monarşi devam etmekte ancak İngiltere’ deki durum artık anayasal bir monarşidir. Bu ülkede artık monark tek başına karar verememektedir. Tek başına karar verilemeyen monarşilere meşruti monarji, tek başına karar veren monarşilerde ise mutlak monarşi ile yönetilen ülkeler denilmektedir.

Osmanlı devleti döneminde 1908 yılına kadar mutlak monarşi düzeni mevcutken, 1908 yılında ilan edilen 2.meşturiyet ile birlikte resmen meşruti monarşiye geçilmiştir.
Meşruti monarşi ile mutlak monarşiyi birbirinden ayırmak için devlet yönetiminde kararların tek bir kişidemi, yoksa farklı kurum ve kurumlarca verildiği yerdemi toplanıyor ona bakmak gerekir.

Önemli not: Devlet yönetimi ve gücü tek kişide toplanıyorsa mutlak monarşi,
Devlet yönetimi ve gücü tek kişide toplanmıyorsa meşruti monarşi denir. Buna bir örnek vermek gerekirse, şuan İngiltere, İspanya ve Hollanda gibi ülkeler meşruti monarşi ile yönetiliyor. Meşruti monarşilerde ülkeyi yöneten kişi monark değildir. Meşruti monarşi ile yönetilen ülkelerde monark sembolik görevleri vardır.

Monark nedir?: Monarşilerde devleti tek başına yöneten kişidir.

Monarşilerde devlet başkanına verilen unvanları;

kralimparator

Kral,

Padişah,

Çar ve

Şah gibi unvanları vardır.

Monarşinin temel özellikleri;

  • Tek kişinin egemenliğine dayanılarak yönetilen devlettir.
  • Tüm yetkilerin ve güçlerin tek kişide toplanmasıdır.
  • Seçim dışı yöntemler kullanılır.
  • Yetki, genellikle miras yoluyla (babadan oğlasaltanat) geçer. Bu kişi kral, prens, padişah, çar olabilir. Bu kişinin emirleri tartışılmaksızın kabul edilir.
  • Yasama, yürütme ve yargı yetkileri bu kişinin elindedir. Kimseye hesap vermez.
  • Yüzyıllar boyunca en yaygın yönetim şekli olarak kullanılmıştır.

 

  • Geçmişte monarşi ile yönetilen ülkeler;
  • Osmanlı Devleti,
  • Roma İmparatorluğu,
  • Rusya,
  • İngiltere,
  • Fransa.
  • Günümüzde monarşi ile yönetilen ülkeler;
  • Suudi Arabistan,
  • Fas,
  • Birleşik Arap Emirlikleri,
  • Ürdün,
  • İngiltere,
  • İspanya,
  • Hollanda,
  • Japonya monarşik devletlerdir.

A. Mutlak Monarşi

  • Tek kişi hâkimiyeti esastır
  • Yetkileri sınırsızdır ülkeyi istediği gibi yönetir

B. Meşruti Monarşi

  • Tek kişinin yetkileri Anayasa ile sınırlanmıştır
  • Yetkilerini milletin temsilcilerinin oluşturduğu meclis ile birlikte Anayasa çerçevesinde kullanır.
  • Örnek: Suudi Arabistan, Ürdün, Katar, Bahreyn
Genel

Klasik Dönem Siyasi Düşüncesi

Klasik Dönem Siyasi Düşüncesi Nedir?

ÖZET

Osmanlı devletinin kuruluş, yükselme, duraklama, gerileme ve dağılma dönemlerinde çeşitli siyasal düşünceler hâkim olmuştur. Bu düşünceler o günün şartlarına bağlı olarak farklılıklar göstermiştir. Osmanlı devletinin kuruluşundan, dağılma dönemine kadar değişmeyen tek düşünce, devlet anlayışında İslam devlet gelenekleridir. Klasik dönem Osmanlı siyasi düşüncesinin temelinde adalet yatar. Tanzimat Siyasal düşüncesi ise daha çok batı düşüncesi hakim olmuştur. Bu bağlamda yazımızda klasik dönem siyasi düşüncesi ve Tanzimat dönemi siyasal düşünceleri arasında farkları ve siyasal düşüncelerin neden değişikliğe uğradığını incelemeye çalışacağız.

Anahtar kelimeler: klasik dönem, tanzimat dönemi, siyasal düşünce

1. Klasik Dönem Siyasi Düşüncesi

Bu dönemde daha çok İslam devlet geleneği hâkim olmuştur. Bu dönemde, Osmanlı devletinin kuruluşunda siyasi düşünce olarak Selçuklu siyasi görüşü ve İslam Devlet geleneğinden etkilenmiştir. Devlet yönetimi için Selçuklu dönemindeki devlet şekli örnek alınarak Osmanlı devlet anlayışı üç temel esastan oluşmuştur. Bu üç temel esas şu şekildedir; 1. Devlet-i Ebed Müddet (Devletin sonsuza kadar yaşatılması) 2. Nizam-ı Âlem (Dünya düzeninin sağlanması adalet ve barışın sağlanması) 3. Kanun-ı Kadim (Kamu hukuk kurallarının üstünlüğü, büyük kanunlar) dir. Ayrıca, Osmanlı Devleti Klasik Siyasi düşüncesinin merkezinde Adalet duygusu yatar. Devletin varlığının devam ettirilebilmesi için Adalet vazgeçilmez bir olgu olarak görülmüştür. Bunu dönemin siyaset bilginlerinden biri olan Kınalızade Ali Efendi (1510-1572) Adalet Dairesi’ni şu şekilde ifade etmiştir:

  1. Adldir mucib-i salâh-ı cihan (Adâlettir dünya düzen ve kurtuluşunu sağlayan)
  2. Cihan bir bağdır dîvarı devlet ( Dünya bir bahçedir, duvarı devlet)
  3. Devletin nâzımı şeriattır (Devletin nizamını kuran Allah kanunudur)
  4. Şeriate olamaz hiç hâris illa mülk (Allah kanunu ancak saltanat ile  korunur).
  5. Mülk zabt eylemez illa leşker (Saltanat -devlet-, ancak ordu ile zaptedilir)
  6. Leşkeri cem’ idemez illa mal (Ordu, ancak mal ile ayakta kalır)
  7. Malı cem’ eyleyen raiyyettir (Malı toplayan halktır)
  8. Raiyyeti kul ider padişah-ı aleme adl (Halkı idare altına ancak Cihan Padişahı’ nın adâleti alır.) 1

Devleti toplumun temel öznesi olarak konumlayan, halkı bir siyasi aktör olarak görmeyen ve devlete çeşitli görevler yükleyen Klasik dönemde yönetim felsefesinin temelinde adalet yatar. Bunun aksi düşünülemez. Kınalızâde’ nin Ahlâk-ı Alâî’ sinde: Adalet dünyanın kurtuluşunu sağlar; dünya, duvarı devlet olan bir bağdır; devleti düzenleyen şeriattır; hükümdar olmadan şeriat korunamaz; askersiz hükümdar duruma hakim olamaz; mal olmadan hükümdar asker toplayamaz; malı toplayacak olan halktır; halkı padişaha kul eden ise adalettir. Daha özet versiyonlarından hareketle adalet dairesinin birbirine bağlı temel kavramlarını şöyle ifade etmek gerekir: Mülk [devlet, egemenlik, hükümdarlık]-Asker – Hazine – Reâyâ-Adalet.

Bu bağlamda, iktidar ile adâlet arasında karşılıklı bir bağımlılık mevcuttu ve iktidarın keyfî bir şekilde kullanılması gayrı meşru addedilirdi.2 Kınalızade’ nin bu  yorumuyla Klasik Dönem devlet yönetiminde Adalet, Devlet, Şeriat, Mülk, Ordu ve Mala vurgu yapmıştır. Adalet dairesinde sayılanlardan birinin eksik olması durumunda devletin işleyişinde sorunların olacağı açıktır. Osmanlı devleti klasik dönem siyasi düşüncesinde bu teori benimsenmiştir. Ancak Osmanlı devleti bu teoriyi benimsemesine rağmen bu teori içerisinde “ordu ve mal” halkası gelişen ve değişen dünya düzenine tam olarak ayak uyduramadığından dolayı zayıflamıştır. 17.yüzyıldan sonra yaşanan ekonomik sıkıntılar ve Orduda yapısal sorunlar halkanın zayıflamasına ve yeni arayışlar içerisine girmesine neden olmuştur. Bu arayışlar sonucunda batı düşünceleri egemen olmaya başlayarak Modern Osmanlı Siyasal düşüncesi hakim olmaya başlamıştır. Aşağıda bunu Tanzimat Dönemi Siyasal Düşüncesinde açıklamaya çalışacağız.

  1. 1 Harun Han Şirvani, İslam’da Siyasî Düşünce ve İdâre, Çev. Kemal Kuşçu, İrfan Yay., İstanbul 1965, s.
  2. 2 Bkz.H. İnalcık, “State and Ideology under Sultan Süleyman I”, The Middle East and the Balkans under the Ottoman Empire-Essays on Economy and Society, Bloomington 1993, s.71.

2. Tanzimat Dönemi Siyasal Düşüncesi

Tanzimat döneminde siyasal düşünce klasik dönemine göre farklılıklar yaşanmıştır. Fransız İhtilali ile birlikte Avrupa’ da ulus devlet anlayışı belirginleşmesiyle birlikte bu akıma Osmanlı devletini de etkilemiştir.  Bu dönemde Osmanlı Devletinin batı ülkeleri karşısında askeri, siyasi ve ekonomik anlamda sorunların baş göstermesiyle birlikte birtakım çözüm üretme mecburiyeti içerisine girmiştir. Hızla gelişen batıya direnmek için bazı reformların yapılması kaçınılmaz olmuştur. Geleneksel devlet anlayışı Osmanlı devletinin gelişiminde engeller teşkil etmekteydi. Batı hızla gelişiyor, Osmanlı devletinin gelirleri azalıyor, Osmanlı devleti siyasi, askeri ve ekonomisinde ve devlet yapısının hantal yapısıyla gerileme hızla sürüyor ve bu sorunlara çözüm aranması gerekiyordu.

Ancak, Osmanlı Devleti’nin gerileme döneminde yaşanan askeri ve siyasi mağlubiyetler ve ekonomik krizler Osmanlı reformcularının ekonomi ve diğer problemler göz ardı edilerek sadece askeri alanda reformlarla ilgilenmelerine sebep olmuş ve bu durum onların toplumun diğer alanlarıyla ilgili reform yapma düşüncesi geliştirmelerine engel olmuştur. Bu dönemde çözüm olarak öncelikle askeri ve bürokratik reformlar yapılır. Amaç devleti modernize ederek tekrar güçlü kılmaktır. Sonra da Anayasal reformlar. Buradaki amaç da anayasal hakları genişleterek dağılmayı önlemektir. Bu modernize çabası sırasında birçok Avrupalı düşünce Osmanlı entelektüel-bürokratını etkilemiştir. Özellikle modern siyasi kurum ve kavramlar ile bunların faydaları tartışmaya açılmış; bu da zamanla değişim düşüncesini getirmiştir.  Klasik dönem bozulma durumunda hep eskiden elde edilmiş düzene geri dönmeyi salık verirken; modern dönem (Avrupa’yı esas alarak) ileriye/yeniye yönelmiştir.

3. Klasik Dönem ve Tanzimat Dönemi Siyasi Düşüncesi Arasında Farklılıklar

Osmanlı Devletinin klasik dönem siyasi düşüncesi ile Tanzimat dönemi siyasi düşüncesi arasındaki siyasal düşünce farklılıkları en fazla askeri alanda görülmektedir. Modern dönem (Tanzimat dönemi) siyasi düşüncesi Avrupa’ dan etkilenmiş ve yeni düşünceler geliştirmiştir. Önce Tanzimat döneminin klasik dönemle arasındaki benzerliğini söyleyeyim. Modern Osmanlı düşüncesi de devleti neredeyse tek siyasi aktör olarak görür. Bir tür klasik dönem siyasi ve toplumsal yapısını ihya amacı güder. Çünkü 19. yüzyıl Osmanlı Devleti merkez kaç güçler üzerindeki etkisini kaybetmek üzeredir (Ayrılıkçı hareketler vs.) Tanzimat dönemi, Türk siyasi, idari, ekonomi ve sosyal hayatın bütünüyle değişimi hedefleyen ve yeni bir yapılanmayı hedef alır.

Ümit USLU

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK YAZILARIMIZ;

 

Genel

Bellevue Sarayı

Bellevue Sarayı Almanya

Bellevue Sarayı (Schloss Bellevue bulunur), Berlin ‘in Tiergarten semtinde olmuştur resmi ikamet ve Almanya’nın Cumhurbaşkanı 1994 Bu kıyısında yer alır çünkü Spree yakın, nehir Berlin Zafer Anıtı kuzey kenarı boyunca,  Adını – Fransız “güzel görünümü” için – Spree kursu üzerindeki doğal umudu kaynaklanmaktadır.

Bellevue Sarayı

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK YAZILARIMIZ;

Genel

Aristo Siyasal Sistemleri Sınıflandırması

Aristo Siyasal Sistemleri Sınıflandırması Nedir?

Aristo siyasal sistemleri sınıflandırması hakkında bilgiler:

Aristoteles yaptığı iyi-kötü ayrımıyla kendi idealindeki bir sistemi de bize anlatmaktadır. Bilinen en eski sınıflamalardan birisi Aristo tarafından yapılmıştır.

aristo

Aristo temel olarak iki sorudan hareket etmiştir.

  1. SORU: “kim yönetir?”
  2. SORU: “yönetimden kim çıkar sağlar?”

Aristo’nun yaptığı sınıflama aslında o dönemde var olan devletlerinin bir gözlemine dayanmaktaydı ve Aristo bu gözlem üzerinden iyi ve kötü sınıflaması yapmıştır. Aristo altı temel yönetim biçimi belirlemiştir. Bunlardan üç tanesi “iyi” diğer üç tanesi ise “kötü” yönetim biçimleridir. Kötü yönetim biçimleri iyi yönetim biçimlerinin bozulmuş halleridir.

Aristoteles Kimdir?

1- İYİ YÖNETİM BİÇİMLERİ:

  • a- Monarşi,
  • b- Aristokrasi ve
  • c- Polity denilen yapılardır.

2- KÖTÜ YÖNETİM BİÇİMLERİ İSE:

  • a- Tiranlık,
  • b- Oligarşi
  • c- Demokrasidir.

Tiranlık, oligarşi ve demokraside kişi grup ve kitlelerin kendi hesaplarına başkalarını dikkate almadan yönetim söz konusuydu. Monarşi ve aristokrasi ise iyi olmakla birlikte uygulanabilir değildi zira tanrısal bir istekliliği içeriyordu.

Polity Nedir?

“Polity” ise halk tarafından herkes namına yapılan bir yönetimdi ve tercih edilmesi gerekmekteydi. Aristo’nun demokrasiye olan temel eleştirisi bir demagogun kontrolüne geçmeleri ve varlıklı azınlığı gücendirmeleri potansiyelinden dolayıdır.

  • Tiranlık ve monarşide: kişiler
  • Oligarşi ve aristokraside: azınlık;
  • Demokrasi ve “polity”de ise: çoğunluk yönetmektedir.
  • Tiranlık, oligarşi ve demokraside; yöneticiler.
  • Monarşi, Aristokrasi ve “polity”de ise: herkes yönetimden faydalanmaktadır.

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK YAZILARIMIZ;

Genel

SİYASET VE İKTİDAR İLİŞKİLERİ

Siyaset ve İktidar İlişkileri Nedir?

Siyaset ve iktidar ilişkileri hakkında bilgiler:

Siyaseti devlet kapsamında görmekle yetinmeyen ve iktidar olgusunun aracılığıyla tanımlayan yaklaşımlar artık günümüz siyaset sosyolojisinde oldukça çekici görünüyor. Hatta bu konuda devlet olmadan da siyasetin olduğunu öne süren Şimdi iktidar ve yeni siyasetini oluşturmak hakkında yapılmış ve siyasetin tanımlamasına ilişkin bugüne kadar gördüğümüz yaklaşımların bir çeşit sentezini yapan U. Beck, siyasete hem toplum katında ve toplumsal ilişkiler çerçevesinde, hem devlet katında ve iktidar olgusunun eşliğinde var olan, bir olgu olarak görüyor.

SİYASET VE İKTİDAR İLİŞKİLERİ

Burada şu soruyu sorabiliriz’ siyasetin icadıyla kastedilen nedir? Kastedilen yalnızca kuralları uygulayan değil kuralları değiştiren bir siyasettir.

  • Yalnızca siyasetçinin Siyaseti, politikacılık değil, toplumun siyasetidir.
  • Yalnızca iktidar Siyaseti değil, tasarımcı siyaset, siyaset sanatıdır.

Beck’e göre, Avrupa’da bir güvenlik sistemi artık yoktur, yani buna ihtiyaç da yok, bu anlaşmaları yapan taraflar artık mevcut değil bu anlaşmalara konu olan bölgeler/ülkeler yok ve anlaşmaları dengeleyecek çıkarlar ve güçler kalmadı der. U. Beck’in yazısında siyasetin tanımı yok, ama icat edilmesini önerdiği yeni siyasetin tanımlanması gerekecektir. Yine de icat edilen siyasetin tanımlanmasının şimdiye kadar olduğu gibi devlet üzerinde yoğunlaşamayacağına, toplum-merkezli bir siyaset anlayışının galebe çalacağına ilişkin ipuçları veriyor. Bu yaklaşım ile Beck, alt-siyaset adını verdiği yeni bir kavram üretiyor ve bu anlamı ifade etmeden önce, konuya bireyselleşmeyi anlatmakla başlıyor. Şimdi bu konuda ilginç bir nokta var ki Beck yeni yaklaşımının direk tanımlamasını yapmaktan kaçınıyor ve bireyselleşmenin birinci anlamı olarak, başkalarının aksine toplumdan kopma, ilgisizleşmek veya toplumsallıktan kaçış asosyal olmak anlamına gelmeyen sanayi toplumunun, yaşam tarzlarının tasfiyesi ile ilgili ve ikinci olarak da bireylerin kendi yaşam öykülerini kendilerini yapabildikleri, kendilerini üretebildikleri ve sahneye koyabildikleri ile ilgili bir Beck’in açısından bakıldığında bireyselleşmiş sanayi toplumlarının, tartışılmaz olarak kabul edilmiş olan doğruların aksine, insanların hem kendileri, hem başkaları için yeni doğrular bulmak, onları icat etmek zorunluluğunu hissetmelerini içeriyor.

Beck ayrıca şuna dikkat çekiyor insanlar bireyselleşmiş kendi özgür iradeleriyle değil hatta Fransız düşünür J. P. Sartre’ın deyişiyle buna mahkum olduklarını belirtir. İşte bu noktada Beck, sosyal devletle bu oluşum arasında sıkı sıkıya bir bağlantı olduğunu öne sürer. Zira sosyal devlet ona göre bireyselleşmeyi hızlandıran bir faktör ve yepyeni ben merkezli yaşam tarzlarına zemin hazırlayan, bir deney düzenlemesi Beck, Parlamento, siyasi partiler ya da sendikalar gibi siyasal alanda yer alan ve tartışılan konuların, giderek hiç bir ilgi ve heyecan uyandırmadığına dikkat çekerek, alınan kararlarında parti merkezlerinde oluşan fikirlerle alınmasının, artık mümkün olmadığını bildirmektedir. Çeşitli düşünürler de, örneğin F. Fukuyama, D. Bell, P. Birnbaum siyasetin sonunun geldiğine dair çeşitli yayınlar yapmışlar ve bir yerde Beck İle aynı bakış açısına sahip olmuşlardır. Ancak bu noktada Beck bir çıkış yaparak, böyle bir teşhisten hareketle varılan sonuçların yanlış olduğunu, çünkü bunun hastalığı yanlış teşhis konulmasından dolayı ortaya çıktığını ileri sürer. Çünkü devletin resmi siyasal organlarında, siyasetin durduğunu görenler, siyasetin toplum katında da top yekun durduğu ya da ortadan kalktığı korkusuna kapılıyorlar. Ancak Beck bunun kesinlikle yanlış bir yorum olduğunu öne sürüyor.

Bu düşünce tarzına göre Türkiye’ye bakarsak,

Türkiye’de alıştığımız deyimle tıkanarak- hatta tıkandığı için önünün açılmasının pekâlâ mümkün olduğu ve yerleşik resmi sorumluluklarla mevcut hiyerarşilerin ötesine geçerek, yeni bir siyasetin doğumunu gerçekleştirebileceğini öngörebiliriz. Sanayi toplumuna özgü siyasette, siyasal sayılan günümüzde, siyasal olmaktan çıkmakta ama diğer yandan, o dönemde siyaset dışı sayılanın, artık siyasetin kapsamına girdiği Beck tarafından kabul edilmektedir. Beck’in alt-siyaset adını verdiği siyaset, artık başka odaklar da gelişmekte ve şekillenmektedir. Alt-siyasetin uç verdiği dönem “siyasetin siyaseti” dönemidir. Yani siyasetin yeniden icat edilmesinin dönemidir.

Şimdi Beck’in tarif ettiği alt-siyasetin bilinen siyasetten ayrılığı, özellikle iki konuda öne çıkmaktadır: konumları ve statüleri itibariyle devletin, siyasal kurumların ya da korporatist kurumların dışında olan bireyler de, toplumun yeniden tasarımında ve biçimlenmesinde etkili olabilirler.

Bunlar çeşitli gruplardır.

Örneğin;

  • serbest meslek profesyonellerinin,
  • teknik ve ekonomik entelijansiyanın,
  • yurttaş girişimlerinin ve kamuoyunun oluşturdukları gruplardır.

Alt siyasetin diğer konusu ise,

yani diğer toplumsal güç, bireylerin ta kendisidir. Bireyler yukarıda sözü edilen gruplarla ve birbirleriyle yarışarak, siyasetin oluşumunda etkin bir rol üstlenebilmektedirler.